Avrupa’da yükselen sağ, bugüne dek baskılanan bazı duyguların yeniden ortaya çıkmasını kolaylaştırıyor. Pek çok kez çatışmalara, savaşlara, katliamlara neden olan ırkçılık ve yabancı düşmanlığı hem oy oranlarındaki değişimler hem de güncel örneklerle tekrar alan buluyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde ise köleliğin kaldırılmasından beri süregelen siyahi nefretinin hangi boyutlara ulaştığını neredeyse her hafta yeni olaylarla görmek mümkün. Konuya dair Stuart Hall’ın kafa açıcı bir makalesini okuma fırsatı buldum. Her ne kadar örnekler geçmişe aitse de bugün aynı yansımaları farklı örnekler üzerinden görebiliyoruz.
The Spectacle of the Other başlıklı makalesinde Hall, biz ve diğerleri veya öteki kavramlarına dair çarpıcı analizler yapıyor. Siyahi atletlerin fotoğrafları üzerinden örneklerle oluşturduğu anlatım tarzı oldukça ilgi çekici. Öncelikle mit kavramı üzerinden kafamızda oluşturduğumuz etiketleme sürecinden bahsediyor; bunu Ben Johnson’ın kazanmak üzere olduğu yarıştan The Sunday Times’a kapak olan an ve başlıkla yapıyor: “Kahramanlar ve Kötüler.”
Kapaktaki mesaj, fotoğrafta gördüğümüz sporcuların ırksal kimlikleriyle doğrudan ilgili. Bu sporcuların hepsi, genellikle tam da 'ırkları' ve renkleri nedeniyle ayrımcılığa uğrayan bir gruptan geliyor. Öyle ki bizlere gösterilen şekliyle siyahileri genellikle başarısız olarak görmeye alıştırılmışız. O “kötüler”, bu kez kazanıyorlar ancak bu başarıları onlara yapışan kötü sıfatını unutmaya yetmiyor. Hall, farklılık miti üzerinden başka fotoğraflarla da benzer örnekleri çoğaltıyor. Linford Christie’nin kazandığı bir yarış sonrasında ertesi gün yine The Sunday Times’da çıkan ve giydiği dar şortun cinsel organının boyutunu ve şeklini ortaya çıkardığına dair algı ve bunun üzerinden şakaların üretilmesi bir başka örnek olmuştur. Christie, olimpiyatlar altın madalya kazanır fakat odaklanılan ya da öne çıkarılan nokta ne onun yarış performansı ne de temsil kabiliyetidir. Christie, magazin basınında “beslenme çantasının” belirginliği ve boyutuyla ilgili sürekli alaylara maruz kalmıştır. Bazıları bunu o kadar abartmıştır ki, Christie, beslenme çantalarını onun görüntüsü etrafında pazarlamak isteyen bir firmanın kendisiyle temasa geçtiğini açıklamıştır. Buna dair kendini şöyle ifade etmektedir: “Kendimi aşağılanmış hissettim... İlk içgüdüm bunun ırkçı olduğu yönündeydi. İşte burada, siyah bir adamı klişeleştiriyoruz. İyi bir şakayı kaldırabilirim ama bu bir sporcunun kazanabileceği en büyük ödülü kazandığım günün ertesinde oldu. Hayatım boyunca şortumdaki şeyle tanınmak istemiyorum.” (Hall, 1997)
Bu noktada farklılık kavramı önem kazanıyor. Farklılık neden ırk, renk, sınıf gibi temalarla ilgilidir? Ya da daha geniş bir bağlamda farklılık kötü müdür? Buna cevap birinci bölümdeki örnekler üzerinden hatırlatılmaktadır. Temel argüman, “farklılığın” anlam için gerekli olması nedeniyle önemli olduğudur; farklılık olmadan anlam da var olamaz. İlk bölümde buna en belirgin örnek siyah ve beyaz farklılığıydı. Saussure'e göre siyahın ne anlama geldiğini biliyoruz çünkü onu zıttı ile karşılaştırabiliyoruz. Bu noktada anlamın ilişkisel oluşu devreye giriyor. Algılamamızdaki bu iki kutup ilişkisi bir tarafın diğer tarafa göre daha “onaylanır” veya daha “olumsuz” olması yönünde ilerletilirken aslında gerçeğin bundan fazlası olabileceği gösteriliyor. Yani ilk bölümde değinilen örneklerden Ben Johnson, siyah ve kazanan olabileceğini gösterirken, Britanya adına madalya kazanan Linford Christie ise hem siyah hem de Britanyalı olabileceğini kanıtlamaya çalışıyor. Hall’a göre, onlarsız yapmamız mümkün görünmese de ikili karşıtlıklar indirgemeci ve aşırı basitleştirilmiş olma suçlamasına da açıktır ve tüm ayrımları oldukça katı iki parçalı yapıları içinde yutarlar. Jacques Derrida'nın ileri sürdüğü gibi, çok az nötr ikili karşıtlık vardır. Derrida'ya göre ikilinin bir kutbu genellikle baskın olandır, diğerini kendi faaliyet alanına dahil edendir. İkili karşıtlığın kutupları arasında her zaman bir güç ilişkisi vardır (Derrida, 1972).
Hall, farklılığa dair ikinci açıklamayı Mikhail Bakhtin’den seçmiş. Aslında bu da anlama dair bir açıklama fakat ilkinden daha başka bir alanı kapsıyor. Bakhtin’e göre “farklılığa” ihtiyacımız var çünkü anlamı ancak “Öteki” ile diyalog yoluyla inşa edebiliriz. “Dildeki kelimenin yarısı başkasına aittir. Ancak konuşmacı kelimeyi kendine mal ettiğinde, onu kendi anlamsal ifade niyetine uyarladığında 'kişinin' olur.” ifadesi Bakhtin’in inşacı yaklaşımı için açıklayıcı bir tanımlamadır.
Üçüncü açıklama ise farklılığın kültürel kodudur. İkili karşıtlıklar tüm sınıflandırmalar için çok önemlidir çünkü sınıflandırmak için nesneler arasında net bir fark oluşturmak gerekir. Levi-Strauss'a göre (1979), farklı yiyecek türleriyle karşılaştığımızda, onlara anlam vermenin bir yolu, onları iki gruba ayırarak başlamaktır; “çiğ” yenenler ve “pişmiş” yenenler. Elbette yiyecekleri “sebze” ve “meyve” olarak da sınıflandırılabilir; ya da “başlangıç” olarak yenenler ve “tatlı” olarak yenenler; ya da akşam yemeğinde servis edilenler… Burada da “farklılık” kültürel anlam için temeldir. Bu tanımlamanın da tehlikeli olduğu yönler olabilir. Birinci açıklama altındaki kutuplar üzerinden yapılan kültürel tanımlamalar, aradaki gruplara alan bırakmamaktadır. Örneğin siyah veya beyaz olmayan bir melez ya da Mary Douglas’tan alınan örnekteki gibi, metal ve aynı zamanda sıvı olan cıva kategorize edilemeden ortada durur. Melez olmak, bazı alanlarda siyah olmaktan daha tehlikeli ve ötekileştirici olabilir.
Hall, makalenin sonraki bölümlerinde ırk üzerinden oluşturulan stereotiplere daha yakından bakmaktadır. Kölelik karşıtı hareketin ABD’de iç savaşa kadar giden süreçteki mücadelesinden bazı izler aktarılıyor. Amerikan kölelik karşıtları tarafından ırksal farklılığın basmakalıp temsillerine karşı, kölelik karşıtları siyah köle hakkında farklı bir slogan benimsenmişti: 'Sen bir insan ve kardeş değil misin? Bir kadın ve bir kız kardeş değil misin?"
Bu slogan en geniş anlamıyla farklılığa değil, ortak insanlığa vurgu yapıyordu. Kölelik karşıtı cemiyetler tarafından bastırılan yıldönümü paraları bu değişimi temsil ediyordu. Lakin yine de bu tamamıyla bir ortaklık nosyonu olarak görülemezdi. Çünkü siyahlar hala çocuksu, basit ve bağımlı olarak görülmekle birlikte beyazlarla eşit olma yolunda ilerliyorlardı. Burada paternalist bir bakış açısını görüyoruz. Siyahların, özgürlük için yalvaran ya da özgür bırakıldıkları için minnettarlık duyan kişiler olarak temsil edildiği bir gerçektir.
Nitekim Hall ile bağlantılı olarak bu noktada Afrika’daki sömürge hareketlerinin de “medenileştirme” nosyonu üzerinden yapıldığını hatırlamak gerek.
Makalenin stereotiplerle ilgili bölümlerde Amerikan sinemasında siyahın rolü tartışılmaktadır. Özellikle ilk dönem Amerikan sinemasındaki siyahi figürünün nasıl kölelik özleminin esintisi içerisinde kullanıldığına dair yazmaktadır. 1930'larda siyah oyuncuların ana akım filmlerde genellikle soytarı, ahmak, sadık hizmetli ve uşak gibi ikincil rollerde yer almasına değinmektedir. İlerleyen yıllarda da siyahların evlerini yakmak, siyahları dövmek ve linç etmek alışılagelen bir yansıtma biçimi olarak devam etmiştir. Öyle ki siyahilerin önemli bir kısmında bu gibi kategorileştirmenin olumsuz etkileri görülmektedir. Bu noktada tüm bu kalıplara baş kaldıran ve yazdıklarıyla kendi kültürünü sahiplenen Aime Cesaire’yi anmak gerektiğini düşünüyorum. 1939 yılında yazdığı “Memlekete Dönüş Defteri” (Cahier d’un retour au pays natal) özellikle Fransa’da yaşayan Afrika kökenli gençler arasında bilinir hale gelmiştir. “Zenci” kelimesi üzerinden yapılan aşağılamalara karşı atak yaparak aksine “zenciliği” sahiplenmiş ve kültürel asimilasyona karşı tavır almıştır. “Kabul ediyorum…Zambaklar ve otlarla alınacak hiçbir abdestin saflaştıramayacağı ırkımı tümüyle ve hiçbir tereddüt duymadan kabul ediyorum. Zenci olmak güzel, iyi ve meşrudur.” (Cesaire, 1983: 52-64, Boumama, 2016: 84). Zencilik diye tanımladığı şey bir ten rengi değil, aksine bir tarih ve kültür bütünüdür (Kesteloot & Kotchy, 1973: 236). Hall’ın makalesindeki stereotip kısmına yeniden dönecek olursak, stereotipleştirme, sosyal ve sembolik düzenin sürdürülmesinin bir parçasıdır. “Biz” ve “Onlar” arasında sembolik bir sınır kurar. “Normal” olan tüm “Bizlerin” tek bir “hayali topluluk'” içinde bir araya gelmesini kolaylaştırır. Farklı olan tüm “Onlar” ya da “Ötekiler” gitmek zorunda kalır. Cesaire’nin “Onlardan” olmadıkları için gitmeyi reddetmesi ve kalmak için kültürünü feda etmeyeceğini göstermesi bu açıdan çok önemlidir.
Irksal ayrım karşıtlarının ve en önemlisi siyahi hak savunucularının aktivist duruşlarıyla beraber, her ne kadar negatif imgeler baskın olsa da siyahilerin etiketlenmesi süreci tersine çevrilmeye çalışılmıştır. Bazı büyük markaların reklamlarında siyahilere ağırlık vermesi ve siyahi ünlülerin yaşam biçimlerinin öne çıkarılması da aslında ters açıdan yeni bir stereotipleştirme hareketi olarak okunmalıdır. “Black is Beautiful” teması üzerinden oluşturulan bu imaj da adeta geçmişten intikam alırcasına yine ırksal bir temadır. Fanon’un Deri Beyaz Maskeler kitabında belirttiği şekliyle, siyah insanın kendisine yabancılaşmadan gerçek manada kurtulması için ekonomik ve toplumsal gerçekliğin kesin olarak bilincine varmasının gerekmektedir. Irkçılığın sömürge aygıtının en önemli gücü olması, bilincin tersine bir ırkçılık üretmesinin de önüne geçmelidir. Fanon’a göre ırkçılığın kökeni dev bir ekonomik ve biyolojik köleleştirme çabasıdır (Boumama, 2016: 147). Bu çabanın karşısında durmak elbette insani bir görevdir.
Dünyada ayrımcılık pek çok açıdan hayatın bir parçası haline geldi ve ayrımcı tavırlara maruz kalmayan insan neredeyse kalmadı. Ten rengi üzerinden yapılan etiketleme ise belki de ayrımcılık çeşitleri içerisinde tarihi en eski olanı. Afrikalı, Asyalı, Avrupalı ya da Afro-Amerikalı gibi kategorilere bölünen insanlığın çıkış yolu yalnızca insan olduğunu hatırlaması ve tüm insan ırklarının eşitliğine sahip çıkmasında aranmalı.
Kaynakça
Boumama, S. (2016). Afrika Devriminin Figürleri. (Ş. Ünsaldı, Çev.) Ankara: NotaBene.
Cesaire, A. (1983). Cahier d'un retour au pays natal. Paris: Poeie.
Derrida, J. (1972) Positions, Chicago, IL, University of Chicago Press.
Hall, S. (1997). The Spectacle of Other. S. Hall içinde, In Representation: Cultural Representations and Signifying Practices (s. 223-85). London: SAGE.
Kesteloot, L., & Kotchy, B. (1973). l'homme et l'oeuvre. Paris: Presence africaine.
Comments