Japonya’nın Afrika’daki Yatırımları
1993 yılında kurulan Tokyo Uluslararası Afrika Konferansı (TICAD) ile kıtadaki yardım politikalarını ve karşılıklı işbirliğini attırmayı hedefleyen Japonya, Afrika’da bu süreci daha da kurumsallaştırarak ilerletmeyi başarmıştır. Bu bağlamda 2003 yılında yeniden şekillenen Japonya Uluslararası İşbirliği Ajansı (JICA) ile eğitim, altyapı, ulaşım, enerji, tarım, liman, sağlık, finansal gelişim, balıkçılık, temiz su erişimi, kırsal kalkınma gibi bir çok alanda Afrika’da proje geliştirmiştir. Sadece JICA üzerinden 2018 yılında yapılan yardımlar 1,1 milyar dolar civarındadır. 1960’larda Afrika’da görünür bir şekilde başlayan Japonya’nın yardım politikaları 1980’de Japon dış siyasetinin önemli parçalarından biri haline gelmişti. Bu politika 1990’larda ivme kazanarak Japonya’yı 2001 yılına kadar dünyanın en fazla bağış yapan ülkesi konumuna getirmişti. Bu dönemde 1993 yılında başlattığı TICAD programı ile dış yardım politikalarını stratejik bir akılla güçlendirerek daha kurumsal hareket etmeye başlayan Japonya, 2010’lu yıllarda Afrika’da güçlü bir yatırım hamlesi başlattı. 2007’de kıtada 4 milyar dolar civarında yatırımı bulunan Japonya, 2016 yılında bu rakamı 10 milyar dolara yükselterek Afrika’da en fazla doğrudan yatırımı olan kıta dışı ilk 10 devletten biri oldu.
2017 yılı itibariyle kıtada 796 Japon şirketi faaliyet göstermektedir. Bu şirketlerin 275’i Güney Afrika Cumhuriyeti’nde bulunmaktadır. Japon şirketlerinin Güney Afrika Cumhuriyeti’nden sonra en fazla varlık gösterdiği Afrika ülkeleri ise sırasıyla Mısır, Kenya, Fas, Nijerya, Mozambik, Tanzanya ve Gana’dır. Bölgede faaliyet gösteren Japon şirketleri daha çok doğal kaynaklar, altyapı ve enerji üzerinde yoğunlaşmaktadır. Halihazırda 2018 yılı itibariyle Afrika ile 17 milyar dolar ticaret hacmine sahip olan Japonya’nın 9 milyar dolarlık ithalatının çok büyük bir kısmını ise teknoloji üretiminde ve Japon endüstrisinde stratejik öneme sahip platin, bakır ve metal gibi hammaddeler ve doğal kaynaklar oluşturmaktadır. Hammadde ve doğal kaynaklara erişim, Tokyo Yönetimi’nin Afrika’daki önemli stratejik çıkarları arasındadır.
Japon-Çin Rekabeti
Afrika’daki ekonomik varlığına ivme kazandırmak isteyen Japonya 2019’da Yokohama’da 53 Afrika ülkesinin katılımıyla düzenlediği 7. TICAD programında kıta ülkelerine 3 yıl içerisinde 20 milyar dolarlık yatırım yapma sözü vermiştir. Kıtada yumuşak güç diplomasisini etkin bir şekilde kullanmaya çalışan Japonya; Afrika Birliği Komisyonu, Dünya Bankası ve BM gibi uluslararası kurumlarla da koordineli bir şekilde hareket etmeye özen göstermektedir. Siyasi bir perspektif kazandırdığı kalkınma politikaları vasıtasıyla kıta ülkelerine yakınlaşmaya çalışan Japonya ile bu alanda kendisine rakip olarak gördüğü, kıtadaki ekonomik varlığını güçlendirme yönünde birçok adım atan Çin arasında Afrika’da yaşanan rekabet özellikle 2014 yılında görünür hale gelmiştir. Bu bağlamda Japonya eski Başbakanı Shinzo Abe’nin 2014 yılı Afrika ziyaretinde, Çin’in kendi ülkesinden işçi getirerek Afrikalıların ellerinden imkanlarını aldıklarını, kendilerinin ise kıtada Afrikalılar için daha fazla iş imkânı yaratmak istedikleri minvalinde açıklamalar yapması, bu rekabetin göstergelerinden biri olmuştur.
2016 yılında 6. TICAD programının Kenya’da yapılması da Japonya’nın Afrika politikasında önemli bir mesaj olarak okunabilir. Aynı yıl içerisinde Serbest ve Açık Hint-Pasifik Stratejisini duyuran Tokyo Yönetimi, Asya ve Afrika arasındaki iletişimi arttırmayı hedefleyen bu stratejik plan bağlamında Kenya’nın Mombasa ve Mozambik’in Nacala limanlarının altyapılarına ve yine bu plan dahilinde yer alan Doğu Afrika’daki ulaşım altyapılarına destek olmuştur. Kıtada Çin’i dengelemek için önemli bir çıkış olarak değerlendirilebilecek bu hamle, aynı zamanda, Doğu Afrika sahillerinde güvenlik ve istikrarı da hedeflediğinden Japonya için hayati önemdedir. Doğu Afrika sahillerinde emniyetin tesis edilmesi, Japonya’nın deniz yolu üzerinden sağladığı enerji tedarikinin güvenliği ve Afrika pazarlarının yanı sıra, Kızıldeniz üzerinden Akdeniz’e erişiminin güvenliği açısından da stratejik bir önemi haizdir.
Japonya’nın Afrika’daki Askeri Varlığı
Japonya II. Dünya Savaşı’ndaki yenilgisinin ardından 1951 yılında ABD ile San Franscisco’da imzaladığı güvenlik antlaşması çerçevesinde saldırganlık tehdidinin ortadan kaldırılması için askeri sınırlandırılmaları kabul etmek zorunda kalmıştır. Bu bağlamda Tokyo yönetimi, II. Dünya Savaşı’nın akabinde oluşturulan güvenlik konseptinde silahlı kuvvetlerinin sadece güvenlik amaçlı olmasına dikkat edecekti ve bu kuvvetler ABD denetimine tabii olacaktı. 1954 yılına gelindiğinde ise Japonya, ABD ile savunma antlaşması yapmak suretiyle meşru müdafaa hakkını kabul ettirerek Öz Savunma Kuvvetleri ismiyle yeni bir savunma birimi kurdu. Soğuk Savaş Dönemi’nde ideolojik olarak Batı kampında olan Japonya’nın bu durumdan dolayı dış dünya ile ilişkisinde diplomasi ve yardım bağlamında oluşturduğu yumuşak güç politikaları ön plandaydı. Yukarıda bahsedildiği üzere Afrika ile olan ilişkisini de yumuşak güç çerçevesine oturtan Japonya, kıtadaki diplomatik etkinliğini bu yolla arttırmanın yollarını aradı.
Soğuk Savaş sonrası dönemde kurumsallaşan yumuşak güç politikası 2000’li yıllarda ivme kazanarak devam ederken, Japon Dış Politikasında önemli bir dönüşümün ilk sinyalleri Afrika’da verilmeye başlandı. Dönemin Japonya Başbakanı Taro Aso, Somali ve Aden Körfezi’ne yönelik korsan saldırılarının hızlı bir şekilde artması üzerine, sorunun çözülmesindeki uluslararası girişimde daha aktif bir rol oynamayı önerdi ve korsanlıkla mücadele için yeni bir yasa çıkarılması gerektiğini ifade etti. Bu bağlamda anayasanın güç kullanma ile ilgili maddesini yeniden yorumlayarak Japon Deniz Öz Savunma Kuvvetlerini’nin korsanlıkla savaş protokolünü başlattı. İç ve dış siyasette bu konuda tartışmalar yaşansa da korsanlıkla savaş protokolü, Somali kıyıları ve Aden Körfezi’ndeki enerji tedarikinin güvenliği için stratejik öneme sahip olduğundan Japonya’yı bölgede varlık göstermeye yöneltti. Ham petrol ithalatının %80’inden fazlasını Körfez ülkelerinden sağlayan ve ticaretinin %99,6’sının deniz yolları üzerinden yapan Japonya’nın, Öz Savunma Kuvvetleri’ni daha bağımsız hareket eden bir güç haline getirerek deniz ticaretinde kritik önemi haiz Aden Körfezi ve Somali kıyılarında varlık göstermeye başlaması kritik bir hamle olmuştu.
Japonya daha önceki yıllarda polis gücü olarak veya insani yardım ve yeniden yapılandırma süreçlerine destek vermek amacıyla BM bünyesindeki Irak ve Hint Okyanusu yakıt ikmali görevlerine katkı sağlamış olsa da, 2009’da Somali sahilleri ve Aden Körfezi’nde katıldığı Çok Taraflı Kuvvet Görevi, askeri kapasitesinin stratejik bir hamle olarak kullanılması açısından daha büyük bir öneme sahipti. Somali açıklarında BM’nin Korsanlıkla Mücadele Misyonu çerçevesinde Japonya 2009’dan bu yana Japon Deniz Öz Savunma Kuvvetlerine ait 400 personelli iki muhrip-destroyer ile 60 görevlisi olan P-3C deniz karakol uçağı konuşlandırmaktadır. Muhripler bölgeden geçen ticari gemilere eşlik ederken, deniz karakol uçakları Aden Körfezi’ndeki faaliyet sahasında denetim uçuşları yapmaktadır. Japonya, 2011’de yıllık 40 milyon dolar harcama ile Cibuti’de 180 personel görevlendirmek suretiyle açtığı askeri tesis sayesinde bölgedeki askeri gücünü kalıcı hale getirmiştir. Bu askeri tesise, 1945 yılından bu yana Japonya’nın deniz aşırı topraklarda elde ettiği ilk kalıcı üs olması açısından bakıldığında, Japon dış politikasının ve güvenlik konseptinin yeniden tanziminde Afrika’daki askeri varlığının oynadığı rol daha iyi anlaşılacaktır.
Faal Sükûnet (Proaktif Pasifizm)
Dönemin Başbakan Shinzo Abe, seleflerinin başlattığı bu süreci ileri taşıyarak Japon dış politikasına “proaktif pasifizm”e dayanan yeni bir paradigma getirir. Bu anlayışın ana sloganı “barışa proaktif katkı” şeklinde ifade edilmiştir. Japon dış politikası bu paradigma ile BM nezdindeki operasyonlara güvenlik çerçevesinde daha etkin katkı sağlamaya başlamış ve askeri alanda normalleşme sürecini hızlandırmanın önünü açmıştır. Bu bağlamda BM’nin Güney Sudan’daki Barışı Koruma Gücü’ne halihazırda 2012’de 360 görevliyle katılan Tokyo yönetimi, 2016 yılında Güney Sudan’ın başkenti Juba’da güvenlik şartlarının bozulmasına rağmen, birliklerini bir süre daha bölgede tutmuş ancak kamuoyu baskısıyla 2017 yılında bölgedeki askerlerini geri çekmek zorunda kalmıştır. Abe’nin tüm muhalefete rağmen, BM’nin Güney Sudan’daki görevindeki Japon askerlerini bir sene daha bekletmesi Japonya’nın askeri yapısındaki “normalleşme”nin önemli göstergelerinden biridir. Afrika’daki dış görevler, Japonya’nın askeri yapısının hukuki olarak yeniden düzenlenmesine aracılık etmiştir.
2017 yılında Japonya, Cibuti’de açtığı askeri üssü, bölgedeki korsan faaliyetler azalmasına rağmen genişletmeye karar vermiştir. Japonya’nın bu stratejik adımı atmasının birden fazla sebebi bulunmaktadır. Korsanlık en görünür sebep olmakla beraber, Körfez ülkelerinden enerji akışının emniyetinin sağlanması, Kızıldeniz üzerinden Akdeniz’e ulaşımın ve deniz üzerinden Afrika pazarına ulaşımın problemsiz bir şekilde gerçekleşmesi Japonya’nın bölgede daha kalıcı bir üs kurmasının diğer önemli motivasyonlarındandır. Öte yandan 2017 yılında Çin’in Cibuti’de askeri üs açması ve kıtadaki pazarını genişletme yönündeki güçlü girişimleri, Japonya’yı kıtada Çin’i dengelemeye yönelik bir davranışa itmiştir. Bu durum da, yukarıda bahsi geçen, Cibuti askeri üssünün genişletilmesindeki önemli sebeplerden biri olarak değerlendirilebilir.
Afrika’da sessiz bir güç olarak gözükse de, Japonya’nın bölgedeki göz ardı edilemez nitelikteki politikaları, kıtada önemli dış aktörlerden biri olduğunu göstermektedir.
Comments